Ikili bahis : ilk ikiye giren atı bilmek gerekir
KOŞU BAŞLARKEN: OYUNLAR, İNSANLAR VE ATLAR……………………………………………………..11
BİRİNCİ BÖLÜM
BATILI TATLAR, ASKERÎ İHTİYAÇLAR:
OSMANLILARIN İLK YARIŞ VE BAHİS DENEYİMLERİ………………………………………………………….19
İzmir ve çevresindeki ilk düzenli yarışlar………………………………………………………………………………………….20
Kâğıthane yarışları ve Dersaadet Jokey Kulübü Cemiyet-i Sipahiye…………………………………..33
Samsun yarışları…………………………………………………………………………………………………………………………………………….39
Osmanlı Jokey Kulübü…………………………………………………………………………………………………………………………………41
Islah-ı Nesl-i Feres Cemiyeti ve Sipahi Ocağı………………………………………………………………………………… 44
İşgal yıllarında at yarışları………………………………………………………………………………………………………………………..53
İKİNCİ BÖLÜM
CUMHURİYET TÜRKİYE’SİNDE YÜZYILLIK BİR KOŞUNUN
İLK VİRAJI (1920-1948)…………………………………………………………………………………………………………………………….59
Milli Mücadele’den Yüksek Yarış ve Islah Encümeni’ne:
Yeni rejimin ilk yarışçılık deneyimleri…………………………………………………………………………………………………63
Devlet eliyle yarışlar ve bahisler:
Yüksek Yarış ve Islah Encümeni Dönemi …………………………………………………………………………………………..74
Bir kalkınma ve propaganda aracı:
At yarışlarına devletin gözünden bakmak………………………………………………………………………………………..75
Önce tarım, sonra yarış: Yetiştiricilikte çağdaş yöntemlere geçiş……………………………………………..75
Yarışlarda devletin temsili: Güç, gurur ve meşruiyet gösterileri …………………………………………………91
Yarış programlarında örtülü propaganda: Kimliklendirilmiş koşular……………………………………106
Yeni bir oyun, yeni deneyimler: At yarışlarına toplumun gözünden bakmak …………………… 119
Kamusal alanda buluşmalar: Yeni bir eğlence ve sosyalleşme biçimi…………………………………….121
Dörtnala koşan umutlar: Cumhuriyet’in bahis oyunu ………………………………………………………………138
Talih kuşunu piyangoda değil, ganyanda aramak ………………………………………………………………139
Erken Cumhuriyet yıllarının oyunları, oyuncuları
ve oyunbozanları……………………………………………………………………………………………………………………………152
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
DİZGİNLER EL DEĞİŞTİRİYOR,
KOŞU SÜRATLENİYOR (1948-1968)………………………………………………………………………………………………175
Türkiye Jokey Kulübü’nün (TJK) kuruluşu:
Sorunlar, ihtiyaçlar, hedefler……………………………………………………………………………………………………………….176
Starttan geç çıkıp grubu yakalamak: TJK’nın atılım dönemi……………………………………………….186
Yüzyılın ortasında oyunlar ve oyuncular……………………………………………………………………………………….201
Yeni dönemin girişimcileri ve tüketicileri ………………………………………………………………………………………..202
Oyuncular çeşitleniyor: Eski kentliler, yeni göçmenler……………………………………………………………….203
Kentte ilgi çekici bir yer: Hipodrom …………………………………………………………………………………………………..206
Trenden dört tekerleğe geçiş………………………………………………………………………………………………………………..208
Yarışlara yeni rakip: Futbol ve Spor Toto…………………………………………………………………………………………211
Oyunun eksiklerine rağmen havuzda biriken para büyüyor…………………………………………………….213
Seyretmediği yarışa bahis oynayanlar, bahis oynamak için
şehir değiştirenler…………………………………………………………………………………………………………………………………….216
Oyunbozanlık emareleri: Doping ve yarış hileleri…………………………………………………………………………221
Uyanık bir girişimci sınıfı: Karaborsacılar………………………………………………………………………………………225
Güneyden katılan yeni oyuncular………………………………………………………………………………………………………227
Oyunun değişmeyen yönü: Yarışlarda siyaset ve sembolizm…………………………………………………..231
“Yüzyılın ortası” geride kalırken………………………………………………………………………………………………………..235
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
OYUN KÜLTÜRÜNDE BİRİNCİ DEVRİM:
ALTILI GANYAN (1968)…………………………………………………………………………………………………………………………241
Bilet koparmaktan, kupon doldurmaya…………………………………………………………………………………………249
Gazetecilikte yeni bir alan: Yarış basını ………………………………………………………………………………………….251
Oyuna eleştirel bakışlar: “Sömürü”, “günah”, “kumar” ……………………………………………………….255
Kayıt dışının evrimi: Karaborsacılıktan yazıcılığa……………………………………………………………………..264
At yarışları beyazperdede………………………………………………………………………………………………………………………270
“Dış” kulvardan doldurup gelenler: Serbest piyasa
ve yüksek enflasyon………………………………………………………………………………………………………………………………….279
BEŞİNCİ BÖLÜM
OYUN KÜLTÜRÜNDE İKİNCİ DEVRİM:
YARIŞLAR NAKLEN TELEVİZYONDA (1992)…………………………………………………………………………….287
“Bağırmayın atlar sizi duyamaz”………………………………………………………………………………………………………..296
Sesin büyüsü: Spikerlik kurumunun dönüşümü…………………………………………………………………………304
Oyunun parlayan “markası”: Gazi Koşusu…………………………………………………………………………………….309
“… jokeyi Halis Karataş’la kazanıyor!”……………………………………………………………………………………………315
Beyazperdeye geri dönüş: Bizim İçin Şampiyon…………………………………………………………………………..324
Yeni binyılda “tıklanan atlar”, “e-oyuncular”, “online yazıcılar”…………………………………….328
ALTINCI BÖLÜM
SON DÜZLÜKTE OYUNA ETNOGRAFİK BAKIŞ:
OYUNCUNUN BİR GÜNÜ……………………………………………………………………………………………………………………343
Hipodromda bir gün………………………………………………………………………………………………………………………………….346
Ganyan bayiinde bir gün …………………………………………………………………………………………………………………………359
Oyunsuz bir gün…………………………………………………………………………………………………………………………………………..372
GÜN BATARKEN: EVLERE VE AHIRLARA DÖNÜŞ ……………………………………………………………..381
KAYNAKÇA……………………………………………………………………………………………………………………………………………………..391
DİZİN…………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………425
Bahis reklamları yaptıkları gerekçesiyle tutuklandı.
Sanatın hatasızı makbuldür diye düşünülür fakat küçük kusurları olan eserler bana hep daha yakın gelmiştir. Büyük yönetmen Fellini’nin söylediği gibi, “İyi bir filmin kusurları olması gerekir, tıpkı hayat gibi, insanlar gibi…” Sözü birazcık değiştirebiliriz belki, iyi eserlerin kusurları olmalı. Kusursuzluk çoğu zaman sanat yapıtlarını fazla mekanik hale getirmiyor mu? Her satırda, her fırça darbesinde yahut mısrada “Aman hatasız ilerleyelim” endişesi bütün doğallığı yok etmiyor mu? Sanat endişenin bir kenara bırakılması ile en saf halini alıyor… Bir eser samimi ve derinlikli ise, hatalar ona bir de insani bir yan katmış oluyor, hepsi bu.
Türk edebiyatının en büyük eserlerinden saydığım Yaban’ı tekrar okurken aklım takıldı şu “kusur” meselesine… Romanın bir bölümünde Yakup Kadri, karakteri Ahmet Celal’e şunu dedirtiyor: “Şimdi başım iki ellerim arasında düşünüyorum.” Ama biz Ahmet Celal’in tek kolunun olmadığını biliyoruz, nasıl iki el? Acaba Yakup Kadri sadece bir an için karakterinin tek kolunun olmadığını unutmuş muydu? Yoksa “iki elin arasına başını almak” edebi bir ifade olsun diye mi öyle yazılmıştı, kim bilir?
Milan Kundera da “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” kitabında erkek kahramanına üşümesin diye sevgilisinin file çorabını giydirmemiş miydi? Sevgili, adamın karısına “Kocanın hayatındayım”ın işaretini gönderiyordu adeta, adamın karısı o file çorapla bazı şeyleri daha net anlamış olacaktı, en azından Kundera böyle uygun görmüştü. Peki file çorap nasıl olur da soğuk havada mecburen giyilecek bir şey olabiliyordu? File çorapla ısınmak mümkün mü sorusunu hanımlara bırakalım, Kundera’nın yarattığı dünyada ısıtıyormuş da diyebiliriz tabii… Geçelim…
Şiirimizde yok mudur peki, hem de çok… Feyza Hepçilingirler, Cumhuriyet’te yazmıştı; Yahya Kemal, Sessiz Gemi’sinde “Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol” demiyor muydu? Kol sallamak da neyin nesiydi? Barış Manço’nun “El salla, el salla/ Kol salla, kol salla” diye devam eden şarkısını bir kenara bırakırsak dilimizde bir veda anı için var mıdır böyle bir ifade? Ah şu kafiye zorunluluğu… Ancak tabii, Yahya Kemal sallattıysa, sallanır da diyebiliriz belki…
Elimiz değmişken resimden bir örnek verelim, fotoğraf makineleri atların koşuşunu kayıt altına alana dek nice ressam atların o dörtnala halini yanlış resmetmemiş miydi? Yüzyıllar boyu atlar koşarken ön ayakları ileri, arka ayakları geriye doğru iken yansıtılmıştı resimlere. Ancak işin aslı öyle değildi. Atlar koşarken ön ve arka ayaklarını tamamen öne ve arkaya doğru çevirmiyordu. Tabii bu durum o resimlerin büyülü birer yapıt olduğu gerçeğini değiştirir mi? Elbette hayır… Géricault her ne olursa olsun, söz gelimi bir gün atların aslında koşmadığı (!) gibi bir durum bile ortaya çıksa, büyük bir ressam olarak kalacaktır...
Sinema sanırım seyirciyle hata anlaşması yapmış ender alanlardan biri… “Kusursuz olamam” demiş işin en başında, seyirci de kabul etmiş durumu… Orada mesele şudur, bir gün biri gelip “Süt Kardeşler filminde geceleri güya gaz lambaları ile dolaşılır ama hemen her sahnede tavandan ampullerin sarktığı görülür” der… Etkisi mi? Film zaten kültürel kodlarımıza işlemiştir, daha az seviyor olmak da mümkün değildir. Bir sonraki izlemede ampullere de dikkat edilerek sevilecektir, hepsi bu…
Şarkılarımız hatalar konusunda belki de en verimli alan. Hele ki Türkçenin düzgün kullanılması mevzu bahis ise sayfalar dolusu örnek verilebilir. Benim aklıma bu alanda öncelikle Orhan Gencebay geliyor. “Severek ayrılalım/Aşka hasret kalalım/Eğer mutlu olursak/Yeniden barışalım” diye devam eden şarkıda ayrılıktan sonra mutlu olunuyorsa neden tekrar barışılıyor sorusu uzun süre aklımı meşgul etmişti. Dahası böyle bir ifadede benim anlayamadığım bir derinlik, bir söz oyunu var zannediyordum. Derken günün birinde bir televizyoncu Gencebay’a bunu sordu, “’Eğer mutlu olmazsak” dense daha doğru olmaz mıydı?” Ben, Orhan Baba şimdi “Orada şunu kaçırıyorsun canım kardeşim” diye lafa girecek diye beklerken ummadığım bir yanıt vermişti: “Evet orada bir hata yapmışız…” Yine de seveni için değerli şarkıdır, zaten Gencebay “Hatasız Kul Olmaz” derken de, durumu biraz olsun izah ediyordu…
Hatasız sanat olur mu? Belki de eser asıl minik hatalara rağmen büyüklüğünden bir şey kaybetmiyorsa gerçek sanat oluyordur… Kusurlarına rağmen büyük sanat eseri ortaya koyabilmek değil midir büyük sanatçı olmak da?
Ne de olsa, oyun kültürle doğrudan ilişkilidir ve insan yalnızca çocuklukta kişisel gelişim için değil, tüm yaşamı boyunca oyun oynamaya ihtiyaç duyar. Oyun, ona katılmayı tercih eden oyuncu için rahatlama, eğlenme, öğrenme, özgüven, sosyalleşme, kültürleşme gibi kazanımlar sunar. Yetişkin insan, ancak oyun oynayarak gündelik hayatın sıkıntılarından uzaklaşır, bileğinin veya zekâsının gücünü sınama şansı bulur, başka heyecanlar yaşar, yeni insanlarla tanışır, hatta kendini yeniden keşfeder. Önemli olan, insanın beklentilerine uygun olan doğru oyunu seçebilmesidir. Kimi için hızlı giden bir araba, kimi için teatral bir canlandırma, kimi içinse birbirine çarpan iki zar veya dörtnala koşan bir grup at cezbedici ideal oyuncaklar olabilir. Yarışlara ve bahislere farklı dönem ve kültürlerde çeşitli anlamlar yüklense de, bu çalışma birbirini tamamlayan bu iki olguyu bütüncül bir yetişkin oyunu olarak ele alır. Zira yarışlara sadece estetik bir spor, periyodik bir eğlence ya da ocak söndüren bir kumar olarak bakmak, onun tarihsel ve kültürel pek çok yönünü göz ardı ettiği gibi, ona kendi rızasıyla katılan oyuncuların da paranın ötesindeki deneyim ve kazanımlarını yok sayar. Halbuki bu oyunun, bu bakış açılarının hepsini birden kapsadığı, hatta onlardan çok daha fazlasını barındırdığı ileri sürülebilir. Kısacası, yarışlar ve bahisler, kökleri binlerce yıl öncesine uzanan, insanın düzenlemekten ve katılmaktan keyif aldığı, uygarlık tarihinin en eski oyunlarından biridir.
Dörtnala Telifsiz Stok Vektörler
Bir at yarışına bahis oynadığınızda, pasif bir rolden aktif bir gözlemci rolüne geçersiniz ve her fırsatta ekstra bir gerilim ve heyecan seviyesi eklersiniz. Sonuçlar oynanan bahislerle bağlantılı olduğundan, seyircilerin alkışları ve bağırışları daha bireysel bir boyut kazanır. Bir etkileşim katmanı eklendiğinde, yarışlar dörtnala koşan atların adrenalininin çok ötesine geçen heyecan verici bir etkinlik haline gelir.